Hasan Saraç
“…Görüyorsunuz
ya sevgili dostum, ben tezatlardan oluşan bir insanım ve hiçbir pozitif şeye
dayanmadan, huzursuz ruhumu din ya da felsefeyle sakinleştirmeden, çok olgun
bir yaşa eriştim. Hiç şüphe yok ki müzik olmasa çıldırmış olmam gerekirdi.”
7 Mayıs 1840
sabahı, Moskova’nın doğusundaki Votkinsk kasabasında bir erkek çocuğu dünyaya
gelir. Maden ocaklarında yöneticilik yapan askeri mühendis İlya Petroviç
Çaykovki ve eşi Aleksandra Andreyevna oğullarına Pyotr İlyiç adını koyarlar.
Çocukluk yıllarını bu madencilik şehrinde geçiren Pyotr dört yaşındayken,
ağabeyi Nikolay’a piyano dersleri vermek ve çocukları eğitmek için tutulan
Fransız dadıdan müzik notalarını öğrenmeye başlar. Altı yaşına geldiğinde
Fransızca ve Almanca konuşabilmektedir. Pyotr’un müziğe olan yeteneğini babası
fark etmişse de, geçerli bir mesleğe sahip olabilmesi için on yaşındaki oğlunu
Saint Petersburg’daki Ticaret Okulu’na yatılı gönderir. Ailesinden uzak tek
başına kalmak Pyotr için çok zor olur. Yıllar geçip aile hasretine alışmaya başladığı
sıralarda, henüz on dört yaşındayken, çok sevdiği annesini koleradan kaybetmek
hassas delikanlı için tam bir yıkım olur. Derin bir depresyon geçiren Pyotr’un
o günlerde annesi için bir beste yaptığı bilinmektedir.
“Müzik gerçekten
de, Tanrı’nın karanlıkta amaçsızca gezinen insanlığa sunduğu tüm hediyeler
arasında en güzel olanıdır.”
Babasının
zoruyla eğitimine devam eden
Pyotr on sekiz yaşında okulunu bitirir ve dört yıl süreyle devlet memuru olarak
çalışır. Mesleğine en ufak bir ilgi duymayan genç adam yirmi yaşına geldiğinde,
Çar II. Aleksandr’ın himayesinde faaliyet gösteren Saint-Petersburg Müzik
Akademisi’nde eğitim görmeye başlar. İki yıllık eğitimi süresince denen büyülü
alemin sırlarını, kompozisyon yapmanın tekniklerini öğrenen ve Rus müzik çevresiyle
tanışan Pyotr artık geri dönülmez bir yola koyulmuştur. Akademide hocası olan
piyanist, bestekâr ve orkestra şefi Anton Rubinstein, Pyotr’a destek olmayı
sürdürür ve Moskova’daki kardeşi Nikolay’ı ikna edip onun Moskova
Konservatuvar’ına hoca olarak atanmasına yardımcı olur.
Maaşı yetersiz
de olsa konservatuvara atanması ve aynı yıllarda küçük bir bestesinin oğul
Johann Strauss tarafından bir konserde
çalınması, Çaykovski’ye o günlerde en çok ihtiyaç duyduğu güven duygusunu
kazandırır. Beethoven, Brahms ve Schumann’ın eserlerine hayranlık duyan genç
besteci yavaş yavaş kendi üslubunu yaratmaktadır. Bir yandan da özel dersler
vermeye, müzik eleştirmenliği yapmaya ve eline geçen parayla bitmek tükenmek
bilmeyen yurt dışı seyahatlerine başlamıştır.
“Geçmişe
pişmanlıkla, geleceğe umutla bakmak ve şimdiki zamanla asla tatmin olmamak;
işte ben bütün hayatımı böyle yaşıyorum.”
1867 yılında
Saint Petersburg’da Rubinstein sarayda piyanist ve orkestra şefliği görevini
Balakirev’e devreder. Gelecekte Rus Beşlisi olarak anılacak olan Milly
Balakirev, Cesar Cui, Modest Mussorgski, Rimski-Korsakov ve Aleksandr Borodin
ile Moskova’da yaşayan Çaykovski artık tanışmışlardır. Batılılaşma sürecinde
yalnızca Klasik Batı Müziği tekniklerine önem verilmesini şart koşan Rubinstein
gitmiş, klasik müziği Rus ezgileri ile kaynaştırmayı hedefleyen yeni bir kuşak
doğmuştur. Çaykovski de, mistik bir ruh taşıyan romantik bale eserleriyle ve
Rus halk müziğinden esinlenerek yaptığı besteleriyle kısa sürede Batı
dünyasının dikkatini çekecektir.
Çaykovski’nin
ilk büyük eseri 1874-75 yıllarında bestelediği I. Piyano Konçertosu’dur. Besteyi tamamladığında eserini heyecanla
Nikolay Rubinstein’a ve arkadaşlarına çalar. Ne yazık ki sert bir eleştiriyle
karşılaşacaktır. Nikolay aslında yakınlık duyduğu besteciye bu eserin icra
edilmesinin mümkün olmadığını, pek çok partisyonunun yeniden yazılması
gerektiğini söyler. Talep ettiği değişiklikler kısa zamanda yapıldığı takdirde
bu konçertoyu bir konserinde çalma sözü verir. Buna karşın Çaykovski hiç taviz
vermeyecek, “Tek bir nota dahi değiştirmeye niyetim yok, eserimi bu haliyle
yayınlıyorum” diyecektir. 1875 yılının Kasım ayında eserin dünya prömiyeri
Boston’da yapılır. Nikolay Rubinstein ise yıllar sonra bir kitabında
Çaykovski’den “dahi besteci” olarak söz edecektir.
“Yaratma süreci,
olağanüstü bir güç ve süratle kök salan müzik gibidir.”
Çok hassas bir
çocukluk dönemi geçiren Çaykovski, zaman zaman kendini değişmeye zorlasa da
tutkulu bir eşcinseldir. O yıllarda Rus toplumunda bu tercihler kesinlikle hoş
karşılanmadığından özel hayatını gizlemek isteyen Çaykovski, kendisine sürekli
aşk mektupları yazan eski bir kız öğrencisi ile evlenmeye karar verir.
Çaykovski otuz yedi yaşındayken, aile içinde yapılan küçük bir törenle evlenen
çiftin beraberliği çok kısa sürecektir. Antonina Milyukova ile evliliğinin bir
hata olduğunu anlayan Çaykovski eşinden boşanmasa da düğünün üzerinden üç ay
geçmeden ondan ayrı yaşamaya başlar. Çok sevdiği küçük kardeşlerinden Modest’e
yazdığı bir mektubunda ruh halini şöyle özetler ünlü besteci:
“Bir süredir
delilik sınırlarını zorladığımı ancak şimdi kavrayabiliyorum. Mayıs ayında
Antonina ile evlenmeyi kafasına koyan, Haziran ayında hiçbir şey olmamış gibi
oturup bir opera besteleyen, Temmuz ayında evlenip Eylül gelmeden karısından
kaçan, sonra da Roma’ya sığınan o adam ben değildim, bir başka Pyotr İlyiç
olmalı.”
Birkaç yıl
geçtikten sonra ablası Aleksandra’ya yazdığı bir mektubunda da şu sözlere yer
verir Çaykovski: “Onun iyi bir eş ve arkadaş olma gayretinin farkındaydım…
aradığımı bulamamış olmamın sebebi o değildir”. Ömür boyu boşanmayan çift,
yazışarak da olsa ilişkilerini sürdürebilmişlerdir. Antonina da kendi anılarını
kaleme alırken şöyle yazar: “Hiç kimse, tek bir kişi dahi Pyotr’u bu olanlardan
dolayı suçlayamaz.”
Özel hayatında
önemli inişler çıkışlar yaşayan Çaykovski, en büyüleyici bestelerinden biri
olan Kuğu Gölü Balesi’ni otuz altı yaşında tamamlar ve bu muhteşem eser ilk
olarak 1877’de, Moskova’nın ünlü Bolşoy Tiyatrosu’nda sahneye konur. “Büyük” anlamına gelen “Bolşoy” adına hep
sadık kalan bu ihtişamlı kurum, eskiden olduğu gibi günümüzde de Çaykovski’nin
eserlerini her yıl Moskova’da sahnelemeye devam etmektedir.
“Piyanonun
başına her sabah hiç şaşmadan saat tam dokuzda otururum, İlham Perilerim de o
randevuya zamanında gelmeyi artık öğrendiler.”
Çaykovski’nin
hayatında annesinden sonra gelen en önemli kadın Nadejda von Merck olmuştur.
Soylu bir Rus ailesinden gelen Nadejda, Baltık asıllı bir Alman olan kocasının
mühendislik yeteneklerinin gücüyle Rusya’da demiryolları inşa ederek çok zengin
olmuştur. Eşini kaybettikten sonra evinde inzivaya çekilen Nadejda, devrin ünlü
müzisyenleri Nikolay Rubinstein, Claude Debussy ve Çaykovski’yi himayesine
alarak desteklemeye başlar. 1877 – 1890 yılları arasında tam on dört yıl
Çaykovski’ye büyük bağışlarda bulunan Nadejda, böylece bestecinin hiçbir maddi
kısıtlama olmaksızın seyahat edebilmesine, dilediği zaman dilediği gibi beste
yapabilmesine imkân sağlamıştır. O devirde gerek Rusya’da gerekse diğer Avrupa
ülkelerinde bu ayrıcalığa sahip besteci neredeyse yok gibidir. Bu ilişki her
iki tarafın da rızasıyla hiçbir zaman bir araya gelmeden, yaklaşık 1100
mektubun paylaşıldığı güçlü bir ruh birliğine dönüşmüş, her ikisi de tüm duygu
ve düşüncelerini, hayallerini, pişmanlıklarını birbirlerine itiraf etmekten
çekinmemişledir. Örneğin, bütün bu iş
hayatının zorlukları içinde on üç çocuk doğuran ve on birini yaşatmayı
başarabilen, hepsini de katı bir disiplin içinde yetiştiren Nadejda bir
mektubunda şöyle der: “Kişisel
ilişkilerimde sempatik olmayı beceremiyorum, zira en ufak bir dişilik yok
kişiliğimde, nazik ya da merhametli davranamadım hiçbir zaman. Bu özelliğim
bana ailemden geçmiş olmalı. Sürekli olarak duygusal anlamda etkilenmekten
ürküp duyarlı olmaktan kaçındık. Başka bir deyişle, her zaman erkeksi birer yoldaş
gibi davrandık.”
“İlham,
tembelleri kendi iradesiyle ziyaret etmeyen bir misafirdir.”
Nadejda von
Merck’in desteğini alan Çaykovski, Rusya’nın değişik bölgelerinde yaşayan aile
fertlerini sık sık ziyaret etmiş, çok yakın olduğu kız kardeşi Modest ile pek
çok kereler Avrupa merkezlerini dolaşmıştır. Roma’da, Paris’te ve diğer sanat
merkezlerinde Mozart’ın bestelerinden, Rossini’nin, Verdi’nin görkemli opera
eserlerinden etkilenmiş, rekabetçi bir ruhla kendi müziğini bu yönde
geliştirmeye çalışmıştır. Uzun yıllar göçebe yaşadıktan sonra ilk olarak kırk
dört yaşında bir ev sahibi olup, onu mütevazı ölçülerde döşemiş ve programlı
bir hayata kavuşmuştur. Klasik Batı müziğinin ilgi görmediği Osmanlı
topraklarına dahi ziyaretler planlayan Çaykovski, 1886 yılında Trabzon ve
İstanbul’a, 1889 yılında ise İstanbul ve İzmir’e gider.
1884 yılında Çar
Üçüncü Aleksandr tarafından özel bir nişanla ödüllendirilen Çaykovski böylece
toplumdaki saygınlığını pekiştirip art arda besteler yapmaya devam eder. En
gözde eserlerinden Uyuyan Güzel Balesi ilk olarak 1890 yılında Saint
Petersburg’un Mariinsky Tiyatrosu’nda sahneye koyulur ve büyük beğeni toplar.
Adını Çariçe Maria Aleksandra’dan alan bu görkemli tiyatronun adı Sovyet
döneminde Kirov olarak değiştirilmiş, son yıllarda yeniden eski adına
kavuşmuştur.
Yine Saint
Petersburg’un Mariinsky Tiyatrosu’nda ilk defa 1892 yılında sahnelenen
Fındıkkıran Balesi, bir süre unutulduktan sonra, özellikle son elli yıldır Batı
dünyasında Noel dönemlerinin en gözde tercihi olacaktır. Hayatının son
yıllarında dünyanın her yerinde saygı gören dahi besteci 1891 yılında New
York’un ünlü Carnegie Hall konser salonunda orkestra yönetmiş, 1893 yılında ise
İngiltere’de, Cambridge Üniversitesi’nin fahri doktora ödülüne layık
görülmüştür.
Her zaman içine
kapanık yaşayan duyarlı sanatçı hiç kimsenin beklemediği bir anda, geride
binlerce mektup, yüzlerce eser bırakarak 6 Kasım 1893 günü hayata gözlerini
yumar. Ölüm nedeni bugün bile tam olarak bilinmemektedir. Ayrı yaşadığı ama
boşanmadığı ve mirasından maddi destek sağladığı eşi Nadezha, Çaykovski’nin
ölümünden sonra ağır bir bunalım geçirir. Çaykovski’nin kardeşlerinden yardım
gören yaslı kadın kısa sürede sırlarıyla birlikte kocasının yanına göçecek,
perde bir daha açılmayacaktır.
Hasan Saraç – edebiyathaber.net
(14 Mayıs 2013)