Alper Erdik alpererdik@mynet.com
Öyle
olduğu söyleniyor ki, ülkemizde eline gitar alan her genç, Yaşar Kurt’la
başlarmış müzik yapmaya;
ona özenir, ondan etkilenirmiş. Sebebi nedir, bilmiyorum. Buna mukabil,
“muhalif rocker” dendiğinde, akla ilk gelenlerden birinin Kurt olduğunu
biliyorum. Hem herkesin sevdiği, beğendiği bir sanatçı olup hem de muhalif
olabilmenin nasıl mümkün olduğunu ise, hiç anlamıyorum. Burada da zaten, adı
geçen kişinin, popülerliği muhalifliğe tercih ettiğine, muhaliflikten istifa
ettiğine değinmek istiyorum.
Sekiz yıl sonra çıkardığı “Güneş Kokusu” adlı
albümü ile, sanatçı, şu günlerde hayli gündemde. Fakat henüz, albümün
güzelliği, kalitesi, bir yerlerde zikredilmiş değil. Yaşar Kurt, geçtiğimiz
haftadan beri, verdiği mülakatlarda söyledikleri ile anılıyor.
Yıllarca, büyük bir zevk ve beğeni ile,
yazılarını okuduğunuz, şarkılarını dinlediğiniz, konuşmalarını takip ettiğiniz
kişilerin; gün gelip de bütün o beğeninizi bile unutturacak derecede
saçmalaması, yani daha nazik ifade ile, bir “kopuş” yaşaması; belki sizin
sürekliliğinizi pekiştirebilir; ancak, yaşayacağınız kandırılmışlık duygusu,
büyük bir handikap olarak ortadadır.
Cem Karaca’nın ölmeden evvel, Fethullah
Gülen’e merak sarması; İlkay Akkaya ve Sırrı Süreyya Önder’in Said Nursi
hayranlığını açıklaması; Yılmaz Odabaşı’nın referandumda “evet” demesi; o güne
dek kendilerini takip edenleri üzmüştü ya; doksanlı yıllardan bu yana, solcu
gençler için önemi olduğu söylenen Yaşar Kurt da, bu “üzen tayfa”ya, an itibari
ile iltica etmiş görünüyor.
Belki parantez içinde söylemem gerekiyor, adı geçenlerden, Cem
Karaca dışında hiçbiri ile ilgili, bunlar nereye dönerlerse dönsünler, herhangi
bir üzüntü yaşamadım; hiçbiri ile bir “siyasi bağ”ım yoktu zira, olamaz da!
Fakat şu önemli, bu konuda üzüntüm, “açılım kahvaltısı”nda ekmeğini reçelleyen
Sırrı Süreyya’dan hala büyük bir devrimci yaratmaya çalışanların durumunadır!
Derdimiz sanıyorum anlaşıldı. Şimdi, konunun
asıl kısmına, Yaşar Kurt ile ilgili bölüme ayrıntılı biçimde bakabiliriz.
Sanatçının 13 Kasım tarihli Zaman gazetesinde
yayınlanan röportajında söyledikleri, evet kendisini tekrar gündem haline
getirmiştir; belki de artık herkes için tek amaç budur; fakat, bir şeylere,
AKP’nin iktidarını olumlayacak tuzaklara bu kadar hızlı ve gönüllü biçimde
düşmek, saflık değilse eğer ,
yılgınlıktır.
Samet Altıntaş isimli şahıs, Yaşar Kurt’a,
açıkça görülüyor, yeni albüm ile ilgili üç tane klişe soru yöneltiyor ve daha
sonra, nasıl bir yöntem ve kafayla ise artık, “lank” diye soruyor: “Antimiliter
şarkılar yapan bir sanatçı olarak sivil-asker ilişkisini nasıl
yorumluyorsunuz?” Niyet açıktır; ancak gazeteci sıfatlı birinin bu kadar
özensiz olmasının nedeni nedir, ne olabilir? -Cevap malumdur.
Peki ya, bu bir kenara, muhalif sanatçı olarak anılan birinin,
sorunun aptalcalığına aldırış etmeden, cevaba girişmesinin hikmeti nedir?
Antimiliter şarkıdan kasıt, korkuyorum anne,
al beni içine, diye başlayıp askerlik yapmak istemeyen bir adamın feryadını
içeren şarkıdır. Ordu’yu peygamber ocağı olarak gören, askeri darbe
süreçlerinde darbecilere methiyeler düzen bir geleneğin gazetecisinin, konuyla
ilgili soru sormaya hakkı yoktur; bu bir. İki, askerlik yapmak istemeyen bir
kişinin içinde bulunduğu mesele, asker-sivil ilişkilerine kesinlikle dâhil
olamaz, edilemez. Üç, askerlik yapma ile ilgili kanunları da, pek tabii,
siviller düzenler. Yaşar Kurt’un ilgili şarkısı da kesinlikle “asker karşıtı”
değildir, bu da dört.
Lakin sanatçı, yıllardır bir yerlerde
konuşamamanın üzüntüsü ile belki de, bırakın soruyu sorana eleştiri yöneltmeyi,
böyle bir soruyu yakalamış olmaktan duyduğu mutlulukla, uçarak yanıtlar
üretiyor! Uçarak yanıtlar ürettiğinden, Samet Altıntaş’ı bile geride bırakıp
ondan daha absürt, konu dışı şeyler zikrediyor.
Neymiş: “1980’de askerler tarafından her şeyin
yok edildiğini görmüş biri olarak söylüyorum, çok büyük ve olumlu manada bir
değişim var. Darbeciler bu ülkeye inanılmaz zararlar verdi çünkü her
alanda. Sivillerin inisiyatifi eline alması gerekiyor. Çünkü askeriyenin
çözümleri belli. Askere sen bomba atma, silah çekme diyebilir misin? Sivil
otorite her zaman diyaloga açıktır. Daha barışçıdır fıtratı gereği. Hükümet,
toplumun sivilleşme yönündeki taleplerini karşılamıştır.”
Ne kadar da “kritik” tespitler… Doğru, askere
bomba atma diyebilir misiniz siz? Bu ülkenin ordusu zira, canı sıkılınca savaş çıkartan,
silah çeken bir grup meczup personelden ve onlara kul köle askerlerden
oluşuyor. Hayır, bu meczuplar işin kötüsü, diyaloga da açık değiller. Siviller
ise, fıtrattan kaynaklı konuşkandır, candır.
Deniyorum; fakat olmuyor, bu denli önemli bir
konuda, ironi bile yapılamıyor. Yahu, bunlar bir yana, muhalif sanatçı denilen
bir kimse, siviller fıtrat gereği şöyle olurlar, cümlesini nasıl kurabiliyor?
İnsanların dünyaya gelişleri esnasında, onlara asker veya sivil diye bir
kategorizasyon mu sunuluyor? Seçilen alana göre, belirli özellikler mi yükleniyor?
Mesleki konumlar, nasıl yaradılışın konusu haline gelebiliyor?
Ya hükümetin, toplumun sivilleşme taleplerini
karşıladığı iddiası ne oluyor? Solcu diye bilinen birinin, neoliberalizasyon
sürecini sivilleşme olarak görmesi, bilgisizliğin hangi basamağına denk geliyor?
Konuya ara verip sormak gerekiyor: Daha önce
de yaşandı. Sosyalist sıfatlı kimseler, Zaman’a çok fazla konuşuyor ve
bunlarda, ilgili kişiler, mütemadiyen saçmalıyor. Bu neden kaynaklanıyor? Acaba
gazete, bu kişilerin, AKP-Cemaat’i öveceğini bildiğinden mi onlarla görüşüyor;
yoksa bu kişiler, Zaman ismi geçince mi heyecanlanıp yandaşa dönüşüyor?
Muhabir, hazır “askerlik yapmaya karşı” bir
solcuyu yakalamışken, devam ediyor: “Ama öte yandan az da olsa orduyu göreve
çağıran bir kafa var. Bu zihniyete karşı neler söylemek istersiniz?” Sorunun
“muhteşem”liği cevaba da bir görkem katıyor doğrusu, Yaşar Kurt, Fikret Başkaya
mı okumuş yoksa o kadar “teori”ye gömülmeyip Baskın Oran’la mı yetinmiş
bilinmez; ancak liberal ezberler, su gibi dökülüyor sanatçının ağzından, iyi
ezberlemiş: “İttihat ve Terakki’den beri bu ülkenin yöneticileri asker
kökenliydi. Yine cumhurbaşkanlarının çoğu asker kökenliydi. Askerlerin
oluşturduğu bir tarih var bizde. Cumhuriyet ideolojisinin en güvendiği zümre
askerler. Bu mantalitenin neler yaptığını hep beraber gördük. Darbeler kimin
haklarını korudu?”
Evet, Yaşar Kurt, madem sordun, yarım bırakma,
sorunun cevabını da ver; darbeler, faşistlerin, dincilerin, hepsinden önce de
patronların çıkarlarını korudu, de!.. Yoksa sen, darbelerin, on tane yüksek
rütbeli generalin maaşını artırmak için yapıldığını mı düşünüyorsun? Asker kökenli
yönetici seni niye rahatsız ediyor ayrıca, yönetici Fethullahçı olunca sorun
yok da asker olunca mı var? Hem o asker Cumhurbaşkanlarını Meclis seçmedi mi?
Al işte, senin sivil dediğin adamlar askerci çıktı, şimdi n’olacak?
Geliyoruz röportajın “en önemli” kısmına; “en
güzel” soru sona saklanmış, belli ki final vurucu olsun istenmiş: “Malum ana
gündemlerden biri Kürt sorunu. Sizce nasıl çözülür bu mesele?” Her şeyin
kurmaca olduğu o kadar bariz ki, pat diye geliyor yanıt: “Fethullah Gülen’in
açıklamaları oldu yakın zamanda. Hocaefendi’nin düşüncelerini destekliyorum. 12
Eylül’de sokağa hâkim olanların 30 senedir bu meseleyi çözmesi gerekirdi. Kürt
sorununun çözümünde iki tarafın da samimi olması gerekiyor. Hükümet yöntem
olarak açılıma gitti; ama iş zordu. Sıkıntılar mutlaka olacaktı. Nitekim açılım
sabote edildi de. İki taraftan da mevcut durum üzerinden var olanlar açılımı
provoke etti, ediyorlar da.”
Ne demeli, nasıl demeli bilemiyorum; ama,
memleketin duyarlı bir sanatçısının, Kürt sorununa dair çözüm önerisi, nasıl
olur da mazisi iki yıllık politikaların desteklenmesi olabilir ki? Sormazlar mı
adama; AKP ve Cemaat olmasaydı, Kürt sorunu çözülmeyecek miydi veya Kürt
sorununa hiç başka bir çözüm önerilmeyecek miydi? AKP ve Cemaat olmasaydı, sen
bu soruya yanıt veremeyecek miydin? Yıllardır seni dinleyen solcu çocuklardan
mı bir şey öğrenmedin?.. Yazık!
Sorusunu geçelim, bir alıntı daha: “Modernist
devrimin halka ödettiği bir bedel var Anadolu toplumunda.Yeni anayasa ile devlet halkıyla
helalleşmeli. Ve bunu en kısa zamanda yapmalı.” Gayet güzel, yukarıdakiler,
yanlış siyasi çizginin kafada yarattığı karışıklıktır; ancak bu söylem
cehaletin farkında olmaksızın ifşaatıdır. Modernizmden, modernist devrimden
zerrece anlamayan bir solcu sanatçı; çok hoş!
Yaşar Kurt’a Ermeniliği ile ilgili de soru
sorulmuş; ancak buna değinmeye bile gerek yok, kendilerinden başkasına yaşam
hakkı tanımayan İslamcıların oltasına nasıl gelinir ve buradan nasıl
saçmalanır, daha fazla irdelemek anlamsız.
Artık, şahsın üzerinden devam etmeyelim ve
birkaç genel şey söyleyelim. Demokrasi denen kavram, aslında bir bataklığın
adıdır. Patron sınıfının, karakterini şekillendiren faşizmi gizlemek,
perdelemek için, evvela mecburen sonra da şeklen, sosyalistlerle halkın
arasında yarattığı mesafenin sınırları çizilmiş halidir. Kavganın yerine
“barış”ı, devrimin yerine “reform”u, özgürlüğün yerine “serbest”liği
koymasıdır. Bu lafızlarla kandırdığı insanları kendine kul köle yapmasıdır.
12 Eylül sonrası, solumuzun yenilgi kompleksi,
hatayı hep içsel anlamda araması ve Batı’da esen yeni ve dandik sol rüzgârlar,
Türkiye devrimci hareketini epeyce yıprattı; geldiğimiz yer ortadadır, Kürt
sorununa, Alevi meselesine, türban problemine, Ermeni dalaşmalarına çözüm
olarak, sürekli demokrasi talep eden
bir solculuk anlayışı!
Teoriyi artık Lenin’den değil Radikal İki’den
öğrenmeye çalışanların, kendilerini içine soktukları durum bellidir ; ya AKP’ye
aleni veya gizliden destekçilik ya da Kürt hareketine iltica!.. Bu atmosferin,
çok da okuyup yazması olmayan; ancak popüler işler yapmaları sayesinde bir yer
edinen sanatçıların kafasına nasıl işlediği ise, asıl konumuz. Yaşar Kurt
örneğini bu yüzden bir yazı haline getirme gereği duydum.
Demokrasi denen bataklık, AKP döneminde iyice
genişlemiş, hem de derinleşmiş, buradan kurtulmak da oldukça güç hale
gelmiştir. Kurt da maalesef buraya çoktan düşmüştür.
Sonuç mu; henüz bilincini yitirmemiş Türkiye
solu, ümit ediyoruz ve uğraşıyoruz ki, evvela bu bataklıktan çıkıp asli
görevine, devrimciliğe dönecektir ve sonra da herkesi buradan çıkartacaktır.